Çok bilmişlik yapıp dünyayı oyun diye tanımlarsak, oyundaki en güzel oyun. Bu oyun hakkında nice zamandır yazmayı düşündüğüm ve güzel bir adamın güzel bir sözüyle bünyemde meydana gelen anlık patlamanın sonucu oluşturduğum bitirme tezim. Hayattaki en büyük tutkuma karşı olan bakış açımın özeti. Zilyon tane ahkamın ve bitmek bilmeyen tekrarların vasıtasıyla sadece mevcutta olanı subjektif şekilde ortaya koyan, çözüm üretimi açısından ise pek bir şey vaadetmeyen bir takım cümleler. Olurda birgün zihnen paralel evrene geçiş yaparsam, kurtuluşa ulaşmamı sağlayacak olan sabitim...
.....................................................................................................................................
'Bazı insanlar futbolun ölüm kalım meselesi olduğuna inanır. Bu anlayış beni hayal kırıklığına uğratıyor. Sizi temin ederim ki, futbol bundan çok daha fazla önemlidir.'
-Bill Shankly
-Bill Shankly
Nihato?
"En iyi hobi, bizi asıl işimizden en çok uzaklaştırandır" der Dr.Evelyn Vogel. Hem maddi hem de manevi olarak bu tanımın tam karşılığını her daim futbolda bulmuşumdur. Gerçi futbola 'yalnızca bir hobi' etiketini yapıştırmadan önce kimlik kartıma bakmam gerek. Baba kulüp yöneticisi, bir abiden hallice olan amca antrenör, ikisi de eski topçu, bir ton akraba profesyonel seviyede oynamış, kuzenlerim hala oynuyor. 27 yıldır yaşadığım; futbol harici konularda üst üste en fazla 4 cümle kurulabilen, 5.sinde futbola mecburen temas edilen bir ev. Tüm hayatı böylesi bir ortamda yaşamış olmak mevzu ile yalnızca ilgilenmeyi, hakkında konuşup yorum yapmayı da yeterli kılmıyor tabii. Haftada 3 kez o sahaya çıkılacak. Her saat başı kurulan - yıkılan futbolculuk hayalleri ve oyuna karşı duyulan o tarifsiz heves ancak öyle törpülenebilir çünkü. Yeşil sahaya dair yaptığım tüm eleştiriler laktik asit ortamına girdiğim andan itibaren yerini 'Hmm, böyleymiş demek ki' idrakine bırakır. Buna rağmen değişen bir şey olmaz. Allah fırsat verdi bizzat bu işin doğduğu coğrafyaya gittim, kutsallarını tavaf ettim, o eşsiz atmosferi dil ile ikrar kalp ile tasdik ettim. Yine de bizzat futbol sahasında olmayı, oradaki mutluluğumu, hiçbir seyir ortamına değişmem.
'Yalnızca bir hobi' tanımı oyuna olan büyük ilgimizi göz önüne aldığımızda nasıl ki çok cılız kalıyorsa, annemin: 'top, bazı adamlar, koşmak ve yıkanması gereken çamurlu formalar' şeklinde tüm olayı özetlediğini düşündüğü bakış açısı da o denli yavan geliyor. Bildiğimiz üzere futbol asla sadece futbol değil. Ekonomik hacmini ifade etmek için sıfırların yetmediği, tüm evrende kabul görmüş, adeta kendi içinde ayrı bir dünyadan bahsediyoruz. Kendine has aktörü, sempatizanı, organizasyonu, yönetimi, medyası ve kamuoyu var.
Ayrı bir dünya... Evdeyken veya sahadayken havasını soluduğum steril futbol dünyamda her şey gayet güzel. Ancak dışarıda dönen bir dünya daha var bu oyun adına. Ve işte bütün mesele bu.
Küçük Çocuk
"Türk futbolunu 1 cümle ile tanımlar mısın?" sorusu bundan 20 yıl önce tarafıma sorulmuş olsa, oyunun bu toprakların dışında ne anlama geldiğini bilmiyor oluşumun ve düşünsel sınırlarımın kısıtlılığı sayesinde sınırsız bir ifade özgürlüğüne sahip olduğum çocukluğumun verdiği yetkilere dayanarak, şunu söylerdim heralde: 'Maç yapmak.'
7 yaşında velede böylesi bir analiz sorusu sorulmayacağı aşikar. Ancak yaş ne olursa olsun, 'futbol' kelimesi duyulduğu anda bu oyuna ilgi besleyen bir ruhun hisettiği ilk şey rekabet arzusudur. Futbolun hatta sporun barındırdığı en önemli ve en kutsal olgudur rekabet. Kimisi için kazanmak çok önemlidir, kimisi için o kadar değil. Ben dahil çoğu çocuk o cümleyi kuramaz bile zaten. Fakat tutkumuz ortaktır: Rekabet etmek. Maç oynamak.
Bu noktada lafı dolandırmadan sonuca geleyim ve en tepeye not düşeyim. Türk futbolu şu an 1 kelime ile özetlenebilir: Kaotik.
Çocukluk dönemi algılarını bu denli ön planda tutmamın sebebi, oyuna karşı sahip olduğum düşüncenin kaynağını ispatlamak içindi. Yani bizzat kendim içindi aslında. Bununla birlikte, futbolun ne denli popüler olduğu ve buna bağlı olarak çoğunluk kesmin çocukluğunda edindiği duygular üzerinen bu oyuna bağlandığı da aşikardır. Resmi çizmeye bu köşeden başlayabilirim öyleyse.
Türk futbolu; R.Madrid - Barca'da olduğu gibi siyasi, Boca - River'da olduğu gibi sosyolojik veya Rangers - Celtic'de olduğu gibi dini farklılıklar üzerinden yürümüyor. Tarafları arasında bu tip ciddi ayrımlar bulunmuyor. Aynı evden çıkan bir kadeş Fenerbahçe'li bir diğeri Galatasaray'lı olabiliyor. Dolayısı ile üç takımdan birini seçen o küçük çocuğa, her şeyden önce sporun ruhunun aslında ne olduğunun ve rekabetin ne anlama geldiğinin öğretilmesi gerekli. Buna karşın zihinsel gelişim adına en önemli yıllar olan 0-18 yaş arası dönemde, avrupada olduğu gibi kişinin eğitim hayatı ile entegre bir sportif sistem yoktur bu ülkede. (Bu açıdan bakıldığında spor kulüpleri her an internet cafe'ye tercih edilme riskini taşıyan yapılardır Türkiye'de.) Çevresinde bu tip bir kaynak bulunmayan o çocuğun ebeveynlerinin de, evlatlarının en fazla ilgi duyduğu oyun hakkında böylesi bir endişesi bulunmuyorsa eğer film kopar ve eğitim görmeyen çocuk için kısır döngü tam olarak burada başlar. O çocuk 18 yaşından sonra eğitim ile spor aklı ile vs. karşılaşsa bile %100 idrake varması için artık çok geçtir. Sağolsunlar, bu ülkede ondan önceki 2 kuşağın kendi elleriyle kazmış olduğu çukura düşmüştür artık o çocuk. O artık iki takım taraftarını sürekli bir şeylerle suçlayıp kendi takımını ve taraftarını aklamaya çalışan bir çocuktur. Sporun ve futbolun zihninde ilk çağrıştırdığı şey bunlardır çünkü.
Küçük Çocuğun 1 Haftası
Bu mantıktan yola çıkarak yaratılışımızın en doğal refleksi olan fikir ayrılıklarını kabullenmez, onu geçtim karşısındaki insana olan öz saygısını kaybeder o çocuk. Nitekim empatinin yalnızca 'Senin anana bacına yapsalar hoşuna gider mi?' den ibaret olduğu bu topraklarda, cumartesi günü maça giden çocuğun "ne kadar x'li varsa anasını s..." demesi hiç de anormal değildir. Pazartesi fikir teatisi yapmak için televizyonu açtığında bu işin akili olarak konumlandırılmış kişilerin: "Japonya'ya olimpiyat vermişler. Japonya kim? Futbolda ne başarısı var Allah aşkına!?" şeklindeki replikleri ile karşılaşır. Salı günü sosyal medyada kaybedilen maçın teknik analizini "hakem onları kayırdığı için kaybettik" şeklinde okur. Çarşamba günü hiçbiri alanında uzman olmayan, tek statüsü zengin olmak olan mafyadan bozma kulüp yöneticilerinin bildiri yayınlama savaşlarına tanıklık eder. Bunlardan fazlasıyla etkilenir ve perşembe günü arkadaşları ile muhabbet ederken şikeyi aklar. Sebebini de "şüphe uyandıran diyalogların aksiyona dönüştüğüne dair delil olmaması" olarak açıklar. Halbuki spor hukukunda şikenin sahaya yansıyıp yansımadığı, o yansıyanın birinin gözünü alıp almadığı filan önemsizdir. Teşebbüs ceza almak için yeterlidir. Ama göz göre göre şike / yolsuzluk yapanlar kendilerini öyle temiz ifade ederler ve yapılanlar yanlarına o kadar güzel kâr kalır ki, çocuk, çevresinde hakim olan "ona buna atıp tutayım da savunma yapmış olayım" hissini kendince özgüvene çevirir ve yalan olduğunu kendi de bildiği şeye inanır. Çünkü onun için artık doğal olan budur. Cuma günü konu açıldığında, "taraftarı olduğu camialarda asla bu tip şeyler olmadığını düşünen" arkadaşları sistemi düzeltmeyi değil, direkt olarak karşısındakini bitirmeyi hedef alan şekilde eleştirir çocuğu. Sonuçta arkadaşları da bir nevî 'o çocuk' tur. Biz de öyle.
Çocuğun kalbindeki futbol şatosunun temelleri, ülkemizdeki rezil kepaze düzey yönetim / organizasyon yapıları yüzünden aşırı kırılgandır. Yıkılması olasıdır. Cumartesi günü maça tüm bu yapıyı yıkıp baştan inşa etmesini sağlayacak olan tılsımı bulmak için gelir. Bilenler bilir; oyuncuna, takımına, düzene her ne kadar kızıp isyan etsen de maç günü & maç saati hislerin bir anda değişir. Her şeyi düzeltecek ve seni hayata döndürecek ilhamı tekrardan aramaya başlarsın yeşil sahada. Ama maalesef bu topraklarda gelmez o peri. Zaten pek de eğlenceli olmayan maç bir de mağlubiyetle sonuçlanınca, eğitim eksikliği sebebiyle tâ en baştan beri devam eden "oyunun doğasını doğru anlamdıramama" problemi tekrardan alevlenir ve tüm çocuklar hep bir ağızdan haykırarak kısır döngüyü başa sarar: "ne kadar x'li varsa anasını s..."
Yeşil Sahada Dönen Olaylar
Keyifle izleyebileceğiniz bir takım bulmak, organize atak veya savunma sekansları seyretmek çok çok zordur ligimizde. Bireysel beceri düşüklüğüne bağlı kolektif uyumsuzluklar karşılaşmaların genel olarak temposuz ve seyir keyfi düşük olmasına sebep olduğu gibi, sahadaki sistemsizlik aradan sıyrılabilecek olan yıldız karakterli futbolcuları da sindirir. Evet, fizik - kondisyon açısından standartları üst düzey bir lige, kısacası sert bir lige sahip olduğumuz söylenebilir. Ancak sistemsizliğin getirdiği kaotik yapı bu noktada da kendini gösterir. Yalnızca fiziğe ve sertliğe dayanan futbol anlayışı günümüzde geçerliliğini kaybetmiştir. Kaldı ki Türk futbolcusunun salt yetenek ortalaması, teknik temelli ve akıcı bir futbol ortaya koyabilmesi için yeterlidir. (Altyapı milli takımlarının başarı ortalaması A milli takımdan daha yukarıdadır.) Ancak hikayenin başında belirttiğim eğitim eksikliği burada da karşımıza çıkıyor. Ülkemizde futbolcu yetiştiren antrenörlerin 'futbol fikirleri' trend futboldan oldukça uzak. Özellikle amatör kulüplerde sporcuya temel futbol prensipleri, hücüm&savunma setleri, pozisyon oyunu, ayak hareketleri vb. fundamental eğitim verilmez. Şahsen uzun yıllar boyunca tecrübe ettiğim üzere, çoğu alt yaş grubu organizasyonlarında tamamen pragmatizm üzerine kurulu bir anlayış hakimdir ve hocalar için sporcu yetiştirmek değil, maçı kazanıp ay sonu maaşın yatmasını sağlamak önemlidir. Tercih edilen ve ödüllendirilen şey güç futboludur. Yani altyapı yetkililerin dikkatini çeken ve üzerini işleme hevesi uyandıran şey pür yeteneği görmek değil, ayakta kalan oyuncuyu görmektir amatör futbolumuzda. 'Fizik' tabii ki de şimdi olduğu gibi sonsuza dek bu oyunun en önemli bileşenlerinden biri olacaktır. Ancak topu mükemmel seviyede dolaştıran elemanları sayesinde rakibiyle kontak kurmasına gerek kalmayan ve bu sayede fiziği çok da süper olmayan oyuncularla gerek seyir keyfi gerekse de başarı açısından dünya futbolunun zirvesinde yer alan İspanya örneği, amatör veya profesyonel farketmeksizin altyapılarda fizik-teknik oranını daha iyi ayarlamamız gerektiğini göstermektedir.
Dolayısı ile, altyapı hayatı boyunca 'havadan gelen topa kafa vurma eğitimi' haricinde kendisine extra idman niteliğinde hiçbir şey öğretilmemiş olan Gökhan Zan, düzgün pas yapamadığına bakılmaksızın her yaş grubunda hocalarından aferinleri alır ve sonunda milli takımın stoperi olur. Ligimizdeki oyuncuların büyük bölümü fundamental açıdan Zan'ın kaleci, orta saha ve forvet versiyonu. Bu durum ligde oynanan oyunu kısırlaştırıyor ve buna bağlı olarak ulusal takımın rekabet gücünü düşürüyor. Milli takımımızın katılamadığı her turnuvanın sonrasında "aslında gruptaki x ve y takımlarından daha yetenekliyiz. Neden olmuyo anlamak güç" şeklindeki yorumlar bu anlamda çok ironik. Oyuncularımız alt yaş gruplarındayken, kaynağı hocaları olan 'güçlü topçu olayım, sonrasını hallederim' dürtüsünü benliklerine kazıyorlar ve sahip oldukları yetenekleri işleyemiyorlar. Kısacası ülkede altyapı düzeni böyleyken, Gökhan Zan bizlere müstehaktır. ('Altyapılarda tek tip oyuncu yetiştime sorunu' sadece bizde değil, organizasyonlarına her anlamda hayran olduğumuz İngilizler'de de mevcut. Liglerinde bu açığı yabancı oyuncu vs. yöntemlerle kapatıyorlar ancak yıllardır milli takımlarının ne halde olduğu ortada. Bu anlamda, örnek almamız gereken yapının İngiltere ligi değil Almanya ligi olduğunu düşünüyorum.)
Evet, saha içi tablo saha dışına oranla biraz daha iyi sayılır. Gerek ülke içi gerekse de uluslararası boyutta dönem dönem başarı sağlayabiliyoruz saha içerisinde. Ancak bu başarıya oyununda üst düzey teknik bütünlüğü sağlayan takım değil, 5 ay içinde tamamiyle dağılması kuvvetle muhtemel olan bir mental aura'yı yakalayan takım ulaşıyor. Aslında buna çemkirmeyi doğru bulmadığımı söylemeliyim. Nasıl ki kendi çelişkilerini dahî tam olarak anlamlandıramamış insanlar olarak "fransızlar çok ukala olur" gibi über efsane tespitler yapıp bunları kabul edebiliyorsak, bu ülkedeki başarı formülünün de "Mental istikrarı yakalamak" olduğunu fazla kasmadan gayet kabul edebiliriz. Bu noktada sıkıntılı olan konu, her kademedeki altyapı ve eğitim eksikliklerinen kaynaklı olarak, yakalanan başarıları sürdürülebilir hale getiremiyor olmamızdır. Saha içerisinde daha doğru alışkanlıklar edinerek oyun tekniğimizi sağlam temellere oturtmak ve ligimizi / futbolumuzu daha üst seviyelere çıkartmak, kelimelerle tarifi kolay ama gerçekleştirmesi zor bir hedef. Bu yüzden resmi çizmekle kalmamalı, daha güçlü çözümler üretmeliyiz. Saha içini 1.derecede ilgilendiren ve düzenlenmesi için idari kararlara ihtiyaç duyulan muğlak konuları bir an önce netleştirmeliyiz. Örneğin yabancı oyuncu sayısı ile ilgili olarak 5+0, 6+2, 9-3, 4 üzeri 2, kök 5 vs. bi ton deneme yapıldı ve hiçbir fikrin mutlak doğru olmadığı görüldü. Bu durumda asıl yapılması gereken şey, özkaynaklara yapılan yatırımları arttırmak hatta bunu mecbur kılmak ve böylelikle kendi oyuncularımızı daha iyi seviyede yetiştirmektir. İlle de yabancı bir şeyleri bu ülkeye getireceksek, bence yabancı futbol eğitimcisi ve yabancı kulüp yöneticisi getirmemiz lazım. Gerçi ben bunları yazarken Gençlerbirliği Gana'lı bi Dmc ile anlaşmıştır. Neyse.
Neyin Peşindeyiz?
Daha basit ifade edeyim: futbol en nihayetinde bir oyundur ve bana en fazla keyif veren, hakkında en fazla konuşmak istediğim yer oyun sahasıdır. İşte tek kelimeyle kaotik olarak özetlediğim Türk futbolunun bizlere sunamadığı ve zihinlerimizde devre dışı kalmasına sebep olan şey budur. Bizler bu işin zirvesinde olan orta/batı avrupalılar gibi yalnızca sahayı ve oyunu konuşamıyoruz. Saha içerisine gelemiyor olmamızı geçtim; menajer yetkileri, sirkülasyonu, tesisleşme ve stadyum doluluğu, scouting ağlarının zayıflığı vb. oyunun teknik tarafını 2.seviye etkileyen yan faktörleri bile konuşamıyoruz. Çünkü öncesinde atlamamız gereken onlarca engel, ortadan kaldırmamız gereken tonlarca pislik var futbol alemimizde. Gelmiş geçmiş en kötü kulüp yöneticisi olduğunda herkesin hem fikir olduğu adam şu sıra futbol federasyonunun başında. Milli takım hocası ile sözleşme imzalama sürecini yönetmesi haricinde, kendisinin herhangi bir şeyi yönettiğini göremiyoruz. 'Şiddet yasaları', 'deplasman yasakları' gibi en ciddi seviyede ele anınan konular bile standartize edilemiyor. Alt tarafta torpilin ve tarihi geçmiş öğretim yöntemlerinin kaldırılması adına veya üst tarafta yönetimsel boşlukların kapatılması, kritik noktalarda kulüplerin aynı çatı altına toplanıp rekabetin sağlıklı hale getirilmesi adına federasyon tarafından atılan hiçbir somut adım yok. Federasyonumuzun ülke futboluna huzuru ve karşılıklı saygı ortamını getirebilmesi için mutlak otorite statüsünü kazanmasına, bir diğer deyişle adaletine %100 güvenilen özerk bir yapıya gelmesine ihtiyaç var.
Ancak biz yıllar yılı tüm bu eksikliklerden yakınırken, ortaya bir de mide bulandırıcı siyaset kavramı çıktı. Yöneticilerimizin skandal yönetim şekilleri sayesinde oluşan boşluğun, siyaset gibi, spor ruhu ile tamamen zıt yönde bir kavram tarafından doldurulmaya çalışılmasıyla birlikte ülke futbolumuz iyice kepaze seviyeye geldi. En üst kademedeki bu kangren, her geçen gün vücudun komplesini çürütmeye devam ediyor. Bu sebeple taraftarından futbolcusuna, federasyonundan medyasına, futbolcu menajerinden antrenörüne hatta hakemine kadar, bu çukurda debelenmeyen, nispeten düzgün diyebileceğimiz tek bir bileşen kalmadı Türk futbolunda.
Hülasa dostlarım; uğruna divane olduğumuz şu güzel oyun ile ilgili en saf talebimizi bir daha geri vermeksizin aldılar elimizden bu ülkede. Sadece maç yapmak istiyoruk biz oysa ki. Yalnızca maç yapmak...
Defalarca tekrar etmekte hiçbir sakınca görmüyorum: bu sorunların komplesi ile ilgili tek çözümün eğitim olduğu gayet açık ve net. Yukarıda da defaaten bahsettiğim üzere ülkemizdeki futbol ortamı; işin en keyifli kısımları olan futbol karşılaşmasına ve saha içinde yazılan hikayelere odaklanmamıza, onlara kafa yorup çözüm üretmemize, dolayısı ile keyif almamıza ve uluslararası başarıya ulaşmamıza engel durumda. Futbolun en önemli bileşeni rekabettir. Sağlıklı bir rekabet ortamını ve karşılıklı saygıyı sağlayamazsak bu oyunda belli seviyelere gelmemiz veya 50 yılın başı geldiğimizde oralarda kalmamız mümkün değil. İşlemcisi olmayan bir bilgisayardan kod yazmasını bekliyoruz. Haliyle ortaya herhangi bir halt çıkmadığında, "aslında cihazın tüm özellikleri süper, niye olmuyo lan?" diye şaşırıyoruz. Bunu yapmazsak ölür müyüz? Ölmeyiz. Ancak tekrar bir düşünün: İlgi alakamız belli, yeteneklerimiz belli, yatırılan paralar belli, bu işi iyi yapan adamların nasıl yaptığı belli. İletişim çağının tüm nimetlerinden faydalanabiliyoruz ve dünya çapında bu oyunla ilgili alınan her türlü aksiyona anında ulaşabiliyoruz. Daha da ironiği bu oyunun kuralları belli. Yani ortada gizli saklı hiçbir şey yok. Hala "Niye bizde Barca yok" demek aşırı saçma değil mi şu haldeyken?
Not: Bu noktadan hareketle, futbolla ilgilenmeyen kişilere veya 'kendine has ve asla çözülmeyecek sorunlara sahip olduğunu' düşünerek futboldan soğuyan kişilere ufak bir bilgilendirme yapayım: Futbol, günlük yaşamdan bağımsız bir şekilde varlığını devam ettiren bir oluşum değildir. Türkiye'de futbolun sorunu ne ise, hayatın da sorunu odur. Futbol hayatın ta kendisidir çünkü. Evet, bu ülkede bir kadın çocuğu ile birlikte yüce devletimizin en yeni stadına metro ile gitmeye kalkarsa, kadının değil futboldan, memleketten bile soğuması normaldir. Ancak maalesef ki aynı sorun cuma iş çıkışı metrobüs'e binerken de geçerlidir. Her şey insanda bitiyor. Düzeltilmesi gereken şey hepimiziz.
E Burda Yapılmışı Var
Oyunun seviyesini ve her daim harikulade olan marketing çalışmalarını göz önünde alarak söyleyebiliriz ki, basketbol ile ilgilenen bir insanın NBA'den haberdar olmaması çok düşük bir ihtimaldir. Benzer şekilde; zamanını, ilgisini hatta parasını futbola ve onunla ilişkili enstürmanlara feda eden birisi olarak, avrupa ve dünya futbolu ile erken yaşlarda tanışmış olmamın tesadüf olduğu söylenemez. Elbette yukarıda bahsettiğim tüm problemlerin bir anda farkına varmam ve ülke futbolu ile alakamı tamamiyle keserek yalnızca avrupa futboluna yönelmem gibi bir şey söz konusu değil. Bununla birlikte ne kadar genelgeçer olduğunu tam olarak bilmediğim fakat en azından kendi adıma 'keyfimi kaçırdığını' çok rahatlıkla söyleyebileceğim Türk futbolunun saha dışı problemleri, kendisi ile olan ilişkimi lise flörtlerinden hallice bir duruma getirdi hayatım boyunca. Ne zaman bir şeyleri göz ardı edip/unutup yalnızca sahaya odaklanmaya ve ülke futbolunu komple manada sahiplenmeye çalışsam, o beni kısa süre sonra dışarı itti. Bu bir ileri bir geri durumu düzenli hale geldi şahsım adına. Sebeplerini açıkladığım üzere, ülkedeki futbol mentalitesi değişmediği yani insanımız gelişmediği sürece de bu durum devam edecek gibi.
Tüm bunlara rağmen aradaki bağın ölene kadar kopmamasını sağlayacak olan biri var ki, tüm bunları onun için yazıyorum ve kendisine en son değineceğim. Düşüncemi anlatmaya çalışırken orta bölümde Türk futbolu ile ilgili bi ton ahkam kesip konuyu dağıttım zaten. Yeniden kendime döneyim.
Batının futbol kültürüne nasıl temas ettiğimi anlatacaksam, başlangıcın yine ailemin duyduğu ilgiye paralel olarak gerçekleştiğini söylemeliyim. Babamım ve amcamın dünya kupası & avrupa şampiyonası anıları ve büyük topçu hikayeleri, kuzenlerimin "orda sahalar hep çim, burdan çok daha güzel" şeklindeki özendirmeleri meselenin sabitidir. Bunun dışında Ntv'nin altın çağını yaşadığı zamanlarda dönen avrupa'dan futbol kuşağı, pc ve psx oyunları, panini çıkartma albümleri, şampiyonlar ligi ve avrupa liglerinin maç & özet yayınları en tepeye not edilebilir. Yaş faktörü her zaman olduğu gibi mühim. Henüz 14 yaşında olmam ve bu nedenle sınırın dışında olan her şeyin o zamanlar bünyeme gizemli gelmesi de bu sürece katkı sağlamıştır. (Sürekli çocukluk dönemime değiniyor olmamla ilgili olarak yukarıda da bir şeyler söylemiştim. Geçmişe özlem duymak veya geçmişe gereğinden çok daha fazla anlam yüklemek tüm insanlığın ortak özelliğidir kanaatimce. O yüzden şu an var olanı açıklarken: "çünkü tâ o zamanlardan geliyo" referanslarını gönül rahatlığı ile kullanabiliyorum. Futbol dünyası o günlerde sahip olduğu saf halini artık yitirmiş olsa da, herkesin o günlerden bugünlere taşıdığı birsürü futbol hikayesi vardır.)
Konu futbol olunca herhangi bir çoğunluğun içerisinden favori seçmek doğal bir reaksiyondur. Manchester United özeline inecek olursam, kıvılcım 99 şampiyonlar ligi finalidir. Maçın ismini ve o gün tüm olan biteni düşünerek gelmiş geçmiş en dramatik futbol karşılaşmalarından biri olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz o finalle ilgili. Kulübün önemli bir tarihe sahip olması, üst seviye ekonomik organizasyonu, mükemmel stadyumu ve olağanüstü altyapı kültürünün getirdiği sahiplenme hissi, hevesimi sürekli olarak arttıran maddi faktörlerden bazılarıdır.
Ancak sahip olduğum ilgiyi taraftarlık seviyesine yükselten şey, her daim 'en kıymetlim' olduğunu söylediğim yeşil sahadır. Manchester United'ın oyun kimlğini oluşturan ve Matt Busby döneminden başlayıp 50 yılı aşkın süredir varlığını koruyan futbol bileşenleri, güzel futbolun sevdalısı olan bünyemi kendine hayran bıraktı. Atak futbol prensiplerine sahip olan ve 4-4-2'yi kusursuzlaştıran oyun sistemi, bu sistemi işleyen oyuncuların o dönemin popüler kültüründen görece uzak kişilikte olan ve yalnızca futbol sahasında isimlerini duyuran bireyler olmaları; bu takımı sadece izlemeyi değil onlarla beraber sevinip üzülme alışkanlığını, yani onların taraftarı olma isteğini doğurdu. Schmeichel, Neville kardeşler, Irwin, Giggs, Scholes, Beckham, Keane, Solskjaer ve daha fazlası. United terminolojisinde isimlerinin karşısında 'efsane' yazan tüm bu adamların aynı dönemde takımda olmaları ve o günlerde gezegenin en iyi futbolunu oynamaları Manchster United taraftarı olmamda büyük etkendir. Pek tabii ki, yeşil sahadan bahsediyorken Matt Busby'nin mirası olduğunu söylediğim o oyun anlayışının anısını yaşatmakla kalmayıp oyunu bambaşka bir boyuta taşıyan ve başarılarını tek tek saymaya kalksam burayı iyice uzatacak Sir Alex Ferguson'ı anmak elzemdir. Hayranı olduğum tüm bu hikayenin kitabını kendi elleriyle yazmış olan adamdır Sir Alex. Gelmiş geçmiş en iyisidir, iyi ki vardır.
Bir takımın oyun stiline hayran olmak... Yeşil saha'nın önemi ile ilgili olarak temel niteliğe sahip olduğunu düşündüğüm bir ton kavramı yukarıya iliştirdim. Manchester United'la ilgili olarak bu kavramları tekrardan sıralayıp, ikna edici bir ispat oluşturmak ile uğraşmayacağım. Hislerimi özetleyebilmek için Eric Cantona'dan alıntı yapayım:
“Neden futbol İngiltere'de bu kadar güzel oynanıyor, taraftarlar takımlarını koşulsuz destekliyor, maçlar son derece çekişmeli geçiyor? Fransa’da takımların kendilerine has bir oyun tarzları yok. Çalıştıran antrenöre göre değişiyor. İngiltere’de ise Liverpool taraftarı Liverpool’un tarzını beğendiği için taraftardır. Antrenörler de buna uymak zorundadır ve zaten takımın stiline uyacak antrenörler seçilir. Aynı şey United için de geçerli. Esasında, mesela Fransa’da kimse taraftarı olduğu takımı neden tuttuğunu bilmez. Belki belli bir zamanda o takım başarılı olduğu içindir. Halbuki elli yıl önceki Manchester United’la bugünkünü karşılaştırın, oyuncular farklı, fakat oyun stili aynıdır... Manchester United’ı kırmızı değil de, pembe formayla oynatın, hemen hangi takım olduğunu anlarsınız. Niye o takımı tutuyorsunuz? Çünkü çocukken gördüğünüz oyun tarzına tutulmuşsunuz.”
Güzel Oyun
İdol olarak gösterdiğimiz şeyin eksik taraftarını görmezden gelip onu kusursuzlaştırmak bizim insanımıza has bir eylemdir. "Her yaptıkları iyi abi, direkt kopyalamamız lazım" tezi pek doğru değil bana göre. (Workpermit sürecini bize nasıl entegre edicen mesela?) Türk futbolu ile ilgili sorunları uzunca sıralarken avrupa futbolunun yaşadığı problemleri göz ardı etmek olmaz. United'ın hatrına ada modeli üzerinden gideyim. Örneğin İngiltere'de takımlar arasında ekonomik uçurumların oluşması ve sugar daddy'lerin hegamonyasıyla ligin bazı geleneklerin tehdit altına girmesi gibi sorunlar uzunca bir süredir varlığını sürdürüyor.
Onları bizden ayıran şey ise bu problemlere karşı geliştirdikleri bakış açıları. Problemin sebebini ve sorumlusunu ifade etmek noktasında bizden kat be kat dürüstler. Bu dürüstlük adil olmalarını, adalet ise ülke futbol otoritesine mutlak bağımlılığı beraberinde getiriyor. Otorite gereken yerde caydırıcı nitelikli cezayı kesebiliyor ve huzursuzluğu büyütme potansiyeli olan tüm sorunlar bertaraf edilmiş oluyor. Bu referans ile, ben 'zengin takım sahipleri' sorununun da ilk olarak onlar tarafından çözüleceğini düşünüyorum. Son dönemde bu problem yeşil sahaya daha ciddi oranda tesir etmeye başladı. Ancak İngilizler uzun yıllar sonucunda emek emek oluşturdukları güzel oyun formülünün bozulmasına asla izin vermezler. Şike veya siyaset gibi insanı bu oyundan sonsuza dek soğutmaya yetecek olan faktörleri asla 'yapanın yanına kar kaldığı' şekilde yargılamazlar. Kısacası önemli sayılabilecek problemlerin bile futbol dokularını zedelemesine izin vermiyorlar ve ruhu korumayı başarıyorlar. Bu sayede 212 ayrı ülkede milyardan fazla insan tarafından izleniyorlar. Futbol ruhuna ters düşen kavramlara gerekli setleri çekemeyen Türkiye veya İtalya gibi ülkelerin liglerindeki durum ise ortada.
Durumumu ifade etmek için anlatabileceğim yegane şeyler bunlar. Bu yazıdan çıkarılabilecek "ben 10 yaşından beri united'lıyım lan!!" veya "united benim isyanımdı" gibi alt metinleri yok etmem mümkün değil maalesef. Yalnızca şunu söyleyebilirim: anlattıklarımın temelindeki hissiyata inanmayıp saf popülizm yaptığım ve yabancı bir takıma gereğinden fazla değer verdiğim düşüncesine kapılanlar, benim yaptığım gibi cıvık futbol romantizmi yapmadan, temele güzel futbol kavramını koyup yukarıda sıraladığım problemleri kıyaslasınlar. Çıkacak sonuç bariz değil mi Allah aşkına?
Yolda yürürken demiryolu işçisi görsek selam bile vermeyecekken: "Manchester United'ı demiryolu işçileri kurmuş yaaaa, vay arkadaş yaaaa, bizde yok böyle şeyler yeeaa" demek çok mantıklı değil. Hülasa, Avrupa / İngiliz futboluna ve özel olarak Manchester United'a bu denli ilgi / sevgi duymama sebep olan durumun temelini somut sebepler oluşturuyor. Ve oyunun doğal halini bu kadar sevmeye devam ettiğim sürece, onu daha güzel oynayanlara olan ilgim tükenmeyecek.
Beşiktaş
Yıldırım Demirören'in bir ton saçmalayıp heder ettiği yıllar, ciddi seviyede ekonomik yapılanmaya mecbur kalınması, daha da önemlisi camiada oluşan özgüven sorunu, bu soruna paralel olarak ana akım medya tarafından Beşiktaş'ın büyük kulüp imajının silinmeye başlanması, stadyum problemi, Necip... Kötü zamanların ayrı bir psikolojisi vardır, taraftara has olan. Kötü giden sezonda alınan sonuçlara kahrolursun. Çıldırırsın. Bununla da kalmaz, takımdan soğursun. "İşler toparlanana kadar bi süre askıya aldım abi ben takımı" dersin. Ama geriye dönüp o sezonları hatırladığında, her şeye rağmen takıma olan sevginin en ufak şekilde azalmadığını görüp daha bir bağlanırsın takımına. İçinde bulunduğumuz günlerin de 'o günler' olacağı hissine sırtımı dayayıp yazının Beşiktaş tarafını daha zayıf tutacağım. Sadece psikolojik durumumu ortaya koyup konuyu amatörce bağlayacağım. Derdim başka çünkü.
Tâ Back Street Boys'un dünyadaki en iyi grup olduğunu zannedecek kadar akıllı olduğum günlerde tahayyül ettiğim bir ayrım var zihnimdeki futbol ülkesinde. 2 şehri birbirinden ayıran bir sınır. Dışardan bakana pek öyle gelmese de gayet düzgün bir şekilde, olabilecek en doğru noktaya çizilmiş bir sınır. Çizginin bir tarafı renkli. Oyunun sevdiğim hali orada oynanıyor. Evimden 4 saatlik uçuş mesafesinde. Manzarası o kadar güzel ki, her gördüğümde tadı damağımda kalıyor. Fakat ülkenin var oluş sebebi diğer tarafta. Evime sadece 15 dakika uzaklıkta, Dolmabahçe'de. O taraf siyah beyaz...
2 paragraf öncesinde bazılarını yazdım. Bu kıyası yaparken tüm futbol faktörlerini tekrardan spesifik olarak açıklamaya gerek görmüyorum Beşiktaş üzerinden. Kısaca şöyle ifade edeyim: 'Ülke futbolumuz' başlığıyla uzun uzun anlattıklarımın başlıca gizli öznesi Beşiktaş'tır. Son dönemde olumlu anlamda bazı ilerlemeler kaydediliyor olsa da, Beşiktaş gerek saha dışı gerekse de saha içi durumu ile "kaotik" olarak tanımladığım Türk futbol ailesinin gedikli üyelerinden biridir. Ama konu Beşiktaş olunca, artık trajik seviyeye gelmiş olan tüm bu sorunlara karşı bir kabulleniş doğuyor içimde çoğu zaman. Yukarıda onlarca cümle ile dile getirdiğim o isyanım, her zaman sapasağlam arkasına durduğum analitik düşünce tarzım adeta bir hiç oluyor Beşiktaş'ın ismi geçince. Meseleyi Türk futbolu üzerinden açıklarken "Ortam çok rerörö, evlat olsa sevilmez bu, nasıl bağlanayım?" şeklinde bir içgüdü inşa eden ben, bu yapının en önemli aktörlerinden biri olan Beşiktaş söz konusu olduğu zaman sevgime ve bağlılığıma kısıt getiremiyorum. Daha da ilginci, Beşiktaş ile olan ilişkimi açıklarken, fazlaca eleştirdiğim trajedi agrümanlarını kullanıyorum ağırlıklı olarak. Çok ciddi bir tezat var bu işte..
Hazır tezat demişken, taraftarlık kavramının içini hemen dolduralım. Mantıksızlık bu işin doğasında mevcut. Çelişki; takım aşkını, taraftarlığı, bağlılığı oluşturan en önemli elementlerden biri. Henüz 17 yaşımda, cebimde sadece bilet almaya yetecek olan 15 TL ile sabahın 6:30'unda hava 2 dereceyken İnönü stadının önündeki bir biskrem kartonunun üzerinde yatıyor olmamı nasıl bir mantıkla açıklayabilirim ki? Hadi bunu açıkladım, içimden dolup taşan tarifsiz heyecanım sayesinde o haldeyken bile üşümediğimi nasıl ispat edeyim? Bunların hepsini ergen bilinçsizliğine verdik diyelim. O psikolojiyi çoktan geride bırakmış bildiğin çoluk çocuk sahibi mülayim bir adamın, 5 dakika önce sayıp sövdüğü Almeida'nın attığı gole çıldırıp, sweat'imi yırtar seviyeye getirerek beni stadın 2 sıra aşağısına atmasını nasıl izah edeyim mantıkla? Aşkın yaklaşık 83467 milyon yıldır çözülememesinin sebebi de budur belki, mantık - gönül arasındaki çelişki.. Yumurta ve tavuğu akışına bırakmayı geçtim kendi varoluşunu bile sorgulayan insanoğlu, mevzu bahis pür aşk ise "lan seviyom ama niye seviyom acaba" gibi bi şeyi sorgulamaz. Sevmiştir işte. Taraftarlıkta aynı çatının altında konumlandırılabilir rahatlıkla.
Futbolun ağır hasta olarak nitelendirilebileceği Türkiye'de, Fenerbahçe'nin tramvatik vak'aları ve Galatasaray'ın krizli rahatsızlıkları vardır. Beşiktaş'ınki ise kanserdir. Ara sıra iyileşme belirtileri gösterse de maalesef yatalaktır bizim dönemimizin Beşiktaş'ı. Uzunca bir süredir uykudadır, en derininden. O bir yanda uyurken; vakt-i zamanında sahip olduğu endamı, kolej ruhu, Metin-Ali-Feyyaz'ı efsaneymişçesine anlatılır durur büyüklerimizin dilinden. Bazen bir rüya görür. Sergen isminde genç bir çocuğu görür mesela rüyasında. Daha 22 yaşındayken yapabileceğini gösterdiği şeylerin yarısını, yaşı farketmeksizin herhangi bir Türk oyuncunun yapma ihtimali yoktur. Pasparlak bir gelecek görür, içi ışıldar, kalkıp hemen tabirine bakmak ister rüyasının. Bazen de 100. yılı görür düşlerinde. Lucescu'lu o takımın kusursuza ne kadar yakın oynadığını anımsar. Her şey o kadar güzel ve o kadar düzgündür ki, hasretle beklediği şampiyonluğun da gelmesinden sonra, o muazzam yapının kendisini ve sevenlerini bambaşka sevinçlere taşıyacağını hayal eder. Her seferinde heyecan içinde uyanır Beşiktaş bu rüyalardan. Evet, bazı şeyler rüyasındaki ile birebir aynıdır. Ama gerçekler rüyanın devamındaki gibi değildir hiç. Sergen o çalımları düzenli olarak atmasını sağlayacak antremanı yapmaz ve bir dizi problemin sonrasında takımdan gider. 100. yıl sonrası Samsun maçı gelir, o muazzam yapı dağılır. Valerengaya karşı 3-0 öndeyken uyur, sabah kalktığına 3-3'ü görür, boynu eğilir. Şampiyonlar liginde bir üst tura çıkması için saniyeler kalmışken gözünü kapar, Marek Kincl o lanet olası küçük ekranda S.Prag'ın golünü atar, Beşiktaş elenir. Serdar Bruma ile yanyana iken o topu taca atmaz, o gol yenir ve büyü bozulur. Özetle; yıllardır uyuyan Beşiktaş ne zaman uyansa işler iyiye değil, hep kötüye gider. Çünkü Beşiktaş'ın derdi buhran değil, sıkıntı değil, kanserdir...
Şu var ki, kanserin çaresi henüz bulunamamış olsa da, bulunacağı umudunu hep taşır insan. Beşiktaş da bir gün o kanserin çaresini bulacak, özlediği güzel günlere ulaşacaktır inşallah.
Sonuç
Evet; bir çeşit subjektif analizin sonucunda, futbolu fazlaca sevdiğime hatta bu sevginin büyüklüğünün Beşiktaş sevgimi bile geride bıraktığına, bu nedenle aklım ermeye başladığından beri futbolun daha güzel oynandığı, daha kaliteli organize edildiği yere ve o diyarın en güzel kulübüne heves ettiğime dair bir netice çıkardım. Peki ya döngüyü yanlış hatırlıyosam? Ya ben o güzel oyunu, futbolu, Beşiktaş sayesinde bu kadar çok sevdiysem?Kim olduğumu Beşiktaş üzerinden açıklayabildiğime göre, bu ihtimal hafife alınmayacak kadar kuvvetli. "Futbolu Beşiktaş'tan daha fazla seviyorum" cümlesini sarfediyorken,diğer yandan Beşiktaş'a "hiçbir şeye değişilmez" iltifatında bulunmak meseleyi kurtarmıyor. Nitekim bu yazı bir suçluluk itirafıdır aslında. Sahip olduğum bakış açısını oluşturan tüm faktörleri anlatmam, uzun ve abartılı cümleler kurmam filan... Hepsi vicdanımı rahatlatmak içindi. Bu yazı, tüm bu kelimeler, hepsi Beşiktaş'ın affı içindi.
Şanslıyım, çünkü an itibariyle affolduğumu hissettim bile.
Ortaya koyduğum somut doneleri süzüp soyut bir perspektif ile tüm mevzuyu açıklayacak olursam ortaya şu çıkar: Manchester United'ı çok seviyorum. Ama Beşiktaş'a ihtiyacım var.
Yazıya ilham veren şeye gelince...
İmanından şüphe edilecek duruma gelsen bile yaratan mucizeyi dilinin ucunda bitirir ya. Bir şehadet getirip tereddütünü giderirsin ya. Sarı fırtına Metin Tekin'in sözleri de böyleydi benim için. Beşiktaş ile ilgili ne zaman mutsuz olsam, kendisinin bana baba yadigarı olduğunu hatırlatan o cümlelere sarılır, 2.sınıf bir duygusallık ile kendimi avuturum hep. Kim bilir Ali Sami Yen'in sözleri bir Galatasaray'lı için veya İslam Çupi'nin sözleri bir Fenerbahçe'li için benzer etkiyi yapıyordur. Ama kendimce, bir kulübü sevmek ile ilgili en anlamlı sözler bunlardı, okuduğum günden beri...
Metin Tekin ile yapılan bir söyleşide, kendisine efsane olduğuna dair bir yakıştırma yapılır. Sarı fırtına şöyle karşılık verir:
"Hep efsane olmaktan bahsedilir ya... Efsane, yıllar aşıp yüzyıl öteye geçebilmektir. Bir çocuktur sizi o yıllar öncesine götüren ya da efsaneleştiren. Biz nasıl baba Hakkı'yı merak edip onu araştırıp, neredeyse ellerimizle dokunduysak, yıllar sonra bir çocuğun bizi aklına düşürüp araştırmasıdır. Biz, o efsane içinde olan şanslı insanlarız. Yoksa efsane olmak ne haddimize. Tek efsane vardır, o da Beşiktaş'tır."
Yazmaya, kelimelere&cümlelere meraklı olan, özellikle de sevdiği şeylere okuduğu ve yazdığı cümleler aracılığı ile daha büyük anlamlar yükleyen biri olarak, bu cümlelerden ötesi yoktu benim için. Tâ ki 3 gün önce güzel adam Zeki Demrikurbuz'un "Nasıl Beşiktaş'lı oldunuz?" sorusuna verdiği yanıtı okuyana kadar. Şu saatten sonra dünyanın en iyi tanımı budur gözümde. Ölene dek sarılabileceğim yeni bir mucizem var artık.
"Çocukluğumda çikletlerden futbolcu resimleri çıkıyordu. Herkes Fenerbahçe ve Galatasaray resimlerini yarıştırırdı. Çikletlerinden Beşiktaş futbolcularının resimleri çıktığında ise yere atıyorlardı. Ben hepsini yerden topladım ve Beşiktaş'lılığım böyle başladı. Beşiktaş bana babamdan miras kalmadı, sokakta buldum ben Beşiktaş'ı..."
nihato
07.01.2014
07.01.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder